Kırık Bir Aşk Hikâyesi
- Naz Çakıroğlu

- 24 Şub
- 6 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 27 Ağu
Gece yarısı şiddetli yağmur indirdiği vakit Asuman birden uyanıvermiş, gözünden yaşlar boşalmıştı. Şimşeklerin gür sesi yükselirken sanki gök deliniyordu. Küçük bir mum yakıp mutfağa geçti. Pencereden şehrin ışıklarına göz atıp perdeleri sıkı sıkı çekti. Bir parça bitter çikolata attı ağzına. Şehrin tüm ışıklarına, hızlı akışına, zamanın ritmine çekilen bir perdeydi bu aynı zamanda. Küçük mumun yarattığı gizemli atmosferde saklı mistik masallara, romantik duygulara, gecenin bütün hüznüne kalemi bırakmak, Ali Rıza’nın derinlerini satır satır yazmak, hissetmek istiyordu bu gece.
Çikolatayı yavaş yavaş çiğnerken hıçkırıkları azalsa da yaşlar akmaya devam ediyordu. Evde yalnızdı. Tam da bu tatta yazılmalıydı hikâyesi. Artık kaçıncı ağlamasıydı, kaç günlerdir kaçıyordu Ali Rıza ve Sevgi’nin kırık aşk hikâyesinden. Tam sırasıydı belki.
Kırmızı defterini aldı, bir mum daha yaktı. İçinden atamadığı şimşekler eninde sonunda gece Asuman’ı bir kâbus misali kaldırıp masanın başına geçirebilmişti. Yazamadıkları, daha ötesini düşünmeye tahammül edemedikleri yeterdi.
Geceden bir medet umabilir, yazabilirdi. Her aşkın delice bir tarafı, bir günahı, çözümsüzlüğü, geçmişten taşınan yükleri vardı. Asuman biraz delirebilir, gemileri yakabilir miydi? Şimşekler gibi gürleyebilir miydi bu hikâyede? Ne kadar ileri gidebilirdi?
Koca bir uçurumu her kelimesiyle kazmalıydı. Yüzüne eski resimlerin gölgesi düşmüş, hayata başka türlü bakamıyordu. Asuman bugünden uzaktı, evin içinde kurduğu küçük, eski dünyayı her geçen gün büyütüyor; bir cümle, bir eşya daha ekliyordu. Yeni, sevimsiz bir şarkı çıktıkça eskilerine daha bir sarılıyor, bütün gün Barış Manço dinliyordu mesela. Geceleri mutlaka bir Tarık Akan filmi izlemeden uyuyamıyordu. Gün geçtikçe bir hastalık misali tüm bedenini sarıyordu bu hasret. Eski yıllarda yaşamak istemezdi fakat bugün gittikçe daha bir zor geliyordu. İçini sızlatan bir özlem, bir ayrılık nasıl da kalbinin derinlere sirayet etmişti... Ali Rıza’nın gözlerini dolduran, ta derinlerine işlemiş bir özlem…
Ali Rıza ve Sevgi’nin kavuşmasına bağlamıştı umudunu.
Kendini kandırıyor, yazdıklarına sığınıyordu. Kimdi Asuman, modern teşhislere göre üzere depresyon ve şizofreni hastası bir genç miydi? Evet, dışardan bakılınca gepegenç bir kızdı Asuman. Üniversiteye bile yeni başlamıştı fakat derinlerindeki çıkmazlar epey yaş almıştı.
Her benimsemesiyle, hislerin, küçük ayrıntıların farkındalığıyla yaş almaya devam ediyordu. Yüzüne bakılmayan, sindirilemeyen bütün güzellikler Sevgi’nin güzelliğine ekleniyor, Ali Rıza daha bir içine gömülüyordu. Sosyal medyanın arasında kayıp giden güzellikler, görünmeyen mutsuzluklar, bir türlü alışamadığı parmaklar arası anbean şekillenen hayatlar, derinlikleri kaybolup giden sözcükler bu aşkın içindeki mesafelere karışıyordu.
Mum ışığına baktıkça kelimeler dilinin ucunda kabarıyor, bir kısmı kâğıda bir kısmı da yaşlar hâlinde yanağından aşağı dökülüyordu.
Ali Rıza, masmavi gözleriyle Sevgi'yi gördüğü an girmişti yüreğine derin sancı. Sahne ilk aklına geldiğinde bir vapur Aşiyan’dan Üsküdar’a yola çıkıyordu. O an kaç veda, kaç aşk barındırıyordu içinde, teknenin ardında bıraktığı titreşimler bilmediği kişilerce satırlarda hayat buluyor muydu mesela? Ancak güzel mi güzel, bakımlı bir kadının cazibesinin içine saklanabilirdi o anın özü. Eskilerin sandıklarından, belki babaannesininkinden çıkma bir elbise giymişti Sevgi o gün. Kırmızı, uçuşan, uzun kollu, hoş bir elbise… Altındaki hoş, deri çizmeleriyle siyah külotlu çorabı, kırmızının tonunu daha bir öne çıkarmıştı. Pastanede tek başınaydı, önünde çikolatalı pasta ve Türk kahvesi vardı. Girip çıkan, bir çay içmeye oturan birçok adamın gözünden kaçmamıştı bu tablo. Evet, Sevgi köşedeki masada usta bir Romantik ressamın fırçasından çıkmış gibiydi. Söylediği onlarca cümle vardı.
Ali Rıza’nın bir bakışta belirsizliğine, büyüsüne kapılıp gittiği bir resim…
Asuman’ın çıkmazları, dönüp dolaşıp takılı kaldığı geçmişi aklına geldikçe dramatikleşiyor, nitekim dokunmak imkânsızlaşıyordu.
Ali Rıza bir poğaça alıp çıkacaktı. Tam o anda görmüştü Sevgi’yi.
En derinlerinde saklı, zamanın tüm hızının aksine donup kalmış, içini kelimelerle doldurabileceği bir an… Bir bakışın, bir hissin, bir özlemin, büyülenmenin, bilinmezliğin birbiri içinde kaybolup gittiği bir an… Asuman’ın tüm içtenliğiyle sığınmak istediği büyülü bir gerçekliğin kapılarının aralandığı an…
Takılı kaldığı ayrıntıları, bu aşkın cümlelerine saklayabilirdi. Ali Rıza, karanlığın içinde yarattığı atmosfere gömülüp de sokaklar boyu o anı düşünürken kırgınlıkları, tutuklu kaldığı hatıraların hissini tek tek anlatabilirdi bu hikâyede. İçinde eksik kalmış taraflar, bilinmezler, böyle bir aşkın karmaşasıyla örtülebilirdi. Sevgi'nin kırmızı elbisesi, bakımlı saçları, ojeli tırnakları, tüm albenisi içine dolmuştu Ali Rıza’nın. Modern zamanın içinde kaybettikleri gizliydi Sevgi’de. Ali Rıza başka türlüsünü düşünemezdi ki…
Günlerce, sokaklar boyu Beyoğlu’nu, Taksim’i, Beşiktaş'ı, Bebek’i dolaşmış, arayıp durmuştu Asuman. Aşiyan’dan Üsküdar’a giden bir vapurda, Aşiyan Mezarlığı’nda, başka hikâyelerin son bulduğu köşelerde bulabilirdi kendini pekâlâ. Tezer Özlü’nün mezarında, Tevfik Fikret’in evinin yokuşunda…
Kırık Kalpler Durağı şarkısını söylemişti yollarda. Her bir kaldırım köşesini, camı, taşı, yüzü, akşamüzeri bir bir yanan sarı ışıkları içine işlemiş; Ali Rıza’nın Sevgi’ye hissettiklerini ölçüp biçmişti. Mola verip sahilde çayla simit keyfi yaparken dalıp gittiği denizde gözlerine dolmuştu o mavi. Ali Rıza’nın masmavi gözleri… Öyle bir bakmıştı ki, aşkı İstanbul'a, İstanbul da aşkına karışmış gibiydi. Tek eksiği sözcüklerdi. İstanbul da büsbütün bir aşk hikâyesi gibi değil miydi?
Sokak lezzetlerinin tadında, kedilerin umursamazlığında, küçük kafelerde, restoranlarda yaşamaya çalışmıştı bu aşkı, hayatın tam içinde, kalabalıklarda. Ekleyeceği birkaç yemek kokusunu, çiçekçiyi, çorbacı köşelerini, en önemlisi o pastaneyi aramıştı. Kitapçı raflarına bakmıştı. Bir Şehre Gidememek kitabı en büyük rehberiydi. Aradığı yalnız bir aşk hikâyesinin satırları, Ali Rıza’nın hisleri değildi tabii ki. Bir aşkın ardında yatan hayatı, gerçekliğini, kafasının karışıklığını, insan olmanın tüm hâllerini… Düşünüp, hesaplayıp da kaybettiği sadeliği belki…
Gündüzleri sokaklara, geceleriyse şarkılara sığınmıştı. Asuman günlerdir şarkılarla yatıp kalkıyordu bu yüzden. Ezginin Günlüğü, Dolu Kadehi Ters Tut, Bülent Ortaçgil şarkıları dönüp dönüp yankılanmıştı evde. Ali Rıza’nın içine iyice işlemişti her bir ezgiyi.
Ali Rıza böyleydi. Hassas, romantik, kırgın bir gençti.
Asuman bir dal sigara yaktı. Her bir satırla duygu coğrafyasında yeni bir yere dokunuyor, Ali Rıza’ya daha derin çukurlarında rastlıyordu. Romantik, masallardaki gibi bir aşkı anlatamazdı. Kalemi tutsa bile bu elinde değildi. Ali Rıza’nın çaresizliğini, sesini duyuramamasını düşündükçe Sevgi o denli uzak bir ihtimale dönüşüyordu ki! Gecenin içine, çukurların en derinlerine kulak verdikçe kelimelerden uzaklaşıyor, aralarındaki iletişimsizlik keskinleşiyordu. Hikâyenin sınırlarında kayboluyordu Asuman. Bu gece, Ali Rıza’yı bir demet gül alıp Sevgi’nin kapısına gönderse mesela… Evinin adresini bir şekilde öğrense hikâyenin akışında. Yolda, Gönül Yazar’ın Bir Gece Ansızın Gelebilirim şarkısını söylese.
Ne diyecek ki Sevgi’ye, hangi sözcükler toparlanıp hislerine karşılık bulacak, nereden başlayacak?
Hayır, Asuman yazamazdı o kadarını. Sevgi’nin ardına gizlediği soruların cevaplarına, şimdinin gerçekliğiyle yüzleşmeye hazır değildi. Hepsini Sevgi’nin kırmızı, cazibeli kıvrımlarının ardına saklamaktan makulü yoktu.
Buna cüret etmeyecekti. O kapıyı çaldırmayacaktı Ali Rıza’ya. Sevgi’nin adresini de hiç bilmeyecekti. Pastanede görüp gitmesi kâfiydi. Çocukluk resimlerine bakacak, o yüzlerde, gözlerde bir bir arayacak, hesap soracaktı Asuman. Geceleri kalkıp gözyaşlarına gömülecek, şimşekler çaktıkça, gür sesleri yankılanıp gece uykularını kaçırdıkça ağlamaya, kırmızı defterine çaresizce Ali Rıza’nın gözlerinin gittikçe derinleşen yanlarını yazmaya devam edecekti. Küllükler sigara izmaritleriyle dolacak, yalnızca etrafı kirleteceklerdi. Asuman her gün tonla hissi içine atacak, sistemden nefret edecek, içindeki çıkmaz sokaklardan kimseye söz edemeyecekti. Gönlünün tozlu raflarından her gece bir fincanı çıkarıp çay içecek, bir kavuşmayı, birkaç kelimeyi bir araya getirmeye çalışacaktı. Vicdanının sınırlarını tam da burada çizecekti. Bu bedelleri ödemeye devam edecekti.
Zamanında köklenmemiş bir hissin eksikliği hayat sahnesinde kaç rolü kaçırmasına, sahneyi layıkıyla oynayamamasına sebebiyet vermişti. Ali Rıza'nın mavi gözleriyle bakmış hayata. Gözyaşları, kaygı, bulanıklık birbirine karışıp gitmişti.
İçine derin derin çekti sigarayı.
Gözyaşları akmaya devam ederken... Ağzından tek kelimenin çıkmadığı, öfkelendiği, korktuğu, utandığı anlar, dökülen o yaşlar... Başka bir ifade yolu bulamayan sözcüklerin yaşları… Kız çocuklarının çaresiz gözyaşları…
İnsanın elleriyle yarattığı lanetlerin en kötüsünü Asuman kendine yaşatıyordu, pençelerinden kurtulamıyordu. İnancın iyisi ekmeğini taştan çıkartırken, lanetlisi…
Eski bir tanıdığı Münevver Abla, her yerin durmadan kirlendiğine, tozlandığına o denli inanmıştı ki ovalaya ovalaya, yıkaya yıkaya bir türlü işin içinden çıkamazdı. Kadıncağız hiçbir gün derdini anlatmaz, anlatacağı tutsa da hiç dinleyeni olmazdı. Seneler geçtikçe içinden gelenleri unutup sadece temizlemeye adanmıştı. Her ufak kiri, tozu yok etmeye… Münevver Abla kendini lanetlemişti. Lanetin gücüne o denli inanmıştı ki…
Derin bir soluk aldı Asuman. Kırmızı defterini kapatıp kenara koydu. Sigarayı söndürüp peçeteyle gözlerinin nemini sildi. Yağmur tüm şiddetiyle devam ediyordu. Saati hiç umursamadan bir kahve pişirmeye koyuldu. İçi durulsun diye dolaptaki ıslak kekten bir dilim koydu yanına. Köpürmesini beklerken geceden kalan bulaşıklara el attı. Senelerin kahve fincanları, porselen tabaklar, iki üç tencere, bir yığın bardak… Her bir fincanın çamurunu, rengini, şeklini bir bir anlatsa yeter miydi içindekileri boşaltmaya. Saatlerce kalkmasa masadan, her fincanda teker teker çayını, kahvesini içse… Eşlik eden dostların, sevgililerin birer birer portresini çizse... Anlayabilir mi, çözebilir mi Sevgi’nin gizini, ardına süpürdüğü bütün o kırıklarını?
Bu hikâyenin şimdi neden bu kadar peşine düştüğünü, es geçtiği bütün konuların arasında neden o aşkın içine sığınmayı seçtiğini uzun uzun düşünecekti Asuman. Kaybolup, buldum sanıp bir daha kaybola kaybola…
Yazmak bir telaş işi miydi, yoksa bir akış mı? Yazmak zihinde hangi adımlarla yürüdüğün müydü yoksa! Saatleri birbirine katmak, geceyi gündüzü bozmak, kaybolup durmak… Bulamamak, buldum sanmak. Hangisi, hangi bulunamayan kelime… Bir aşk hikâyesini yazmak bunca yığına, uykusuzluğa, gözyaşlarına değer miydi? Bir lanet mi yoksa? Asuman bu aşka lanetlemiş olmasın kendini? Kırık bir aşkın laneti bir hikâye eder miydi?




Yorumlar